Sürdürülebilir Mimarlık: Eskimiş Kavrayışlarla Yeni Söylemler Arasında - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
Sürdürülebilir Mimarlık: Eskimiş Kavrayışlarla Yeni Söylemler Arasında
Share 28 Mart 2008

Bir araştırmanın sadece bir diğerine neden olduğunu, kitabın kitaba gönderme yaptığını, aramanın her zaman bulmak. bulmanın ise haberdar olmak anlamına gelmediğini ve bu yüzden kusursuzluğun peşine düşmenin Arcadia’nın ilk sakinlerinin yaptığı gibi güneşi takip etmek olduğunu gördüm. Güneşin dinlenmekteymiş gibi gözüktüğü tepeye ulaştıklarında o, onlardan hâlâ aynı uzaklıktaydı. (Adler, 1975, s.8)

Yazan: YTÜ Yar. Doç. Dr. Ayşen Ciravoğlu / Mimarlık Dergisi /

Adler, Ecological Fantasies(Ekolojik Düşlemler) başlıklı kitabında çevre kirliliği konusundaki araştırmasının sınırlarından söz ederken Samuel Johnson’ın sözlüğünün önsözünden yukarıdaki satırları alıntılamaktadır. Adler de çevre kirliliğinin tüm yönlerini kapsamanın güneşi takip etmek gibi sonu olmayan bir görev olacağını düşünmüştür. Konu üzerine yazılmış altı yüzden fazla kitap olduğunu belirten yazar, bu kaynaklara rapor, makale, konuşma, toplantı, tartışma ve programları da ekleyince çalışmanın, içinden çıkılamaz bir hale gelebileceğini vurgulamaktadır. Bu nedenle, Johnson’ın yaptığı gibi, dünya bir sona yaklaşmadan, titiz okuyucuyu canlı tutacak yeterli malzeme içerdiğine inandığı çalışmasını bitirebilmek için ona sınırlar koyar. Böylelikle okumalarını Science, The New York Times ve yaklaşık sekiz ayrı uzmanlaşmış çevre dergisiyle sınırlandırır. Ancak konuyla ilgili yayınların çeşitliliği nedeniyle, temel varsayımlarını değiştirmeyecek yeni malzemeyle, kitabın tüm bölümlerinin kolaylıkla yeniden yazılabileceğini eklemektedir.

Kuşkusuz Adler’in kitabını yayımladığı 1975 yılından bu yana, yazarın sözünü ettiği literatür oldukça çeşitlenmiş ve genişlemiştir. Bugün çevreci tasarım yaklaşımlarıyla ilgili elimizdeki kaynakların çokluğu, 1980lerde çevre konularına kamusal ve mesleki alanda gösterilen ilginin ani ve hızlı artışının bir karşılığıdır ve bunlar temel çerçeveyi oluşturmaktadır. 1990lara gelindiğinde, daha dikkatlice düşünülmüş, eleştirel yaklaşan, tasarım ve çevrenin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki karmaşıklığının da farkında olan ikinci bir nesil araştırmanın varlığından söz edilebilir.(Madge, 1993) Bu gün ise, çevreci tasarım pratiği ve eleştirisinin, anlam ve metodolojinin daha incelikli analiziyle ilgilenen üçüncü dalgasının ortaya çıktığı söylenebilir. Örneğin 1970lerde vurgulanmaya başlanan “çevre” kavramı ve kavrama yönelen ilgi, çevrenin ve doğal kaynakların tahrip edilmekte olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Ancak zaman içinde bu tahribatın sorumlularının daha çok endüstrileşmiş ülkeler ve tüketim toplumları olduğu ortaya çıkmıştır. (Madge, 1997)

13.jpg

Gerek literatürün niceliksel yönü, gerekse de kaotik yapısı nedeniyle çevre konularına ilgi duyanların kolaylıkla içinde kaybolabilecekleri bu birikiminin karşılaştırmalı okumasını ve eleştirel bir değerlendirmesini yapabilmek; böylelikle metinlere belirli bir mesafeden bakabilmek önem kazanmaktadır. Örneğin Bookchin’e (Bookchin, 1988) göre, çevrecilik aslında çevre mühendisliğinden başka bir şey değildir. Mevcut toplumun temel kavramlarını, özellikle de insanın doğaya hükmetmesi düşüncesini sorgulamaz. Bu perspektiften bakıldığında bugün mimarlık ve çevre etkileşimine, ana akımın meslek alanına dayattığı çerçeveden değil, eleştirel, muhalif ve alternatifleri arayan bir gözle yaklaşılmasının gereği öne çıkmaktadır. Bu yazı bu anlamda “çevresel”, “yeşil”, “ekolojik” gibi kavramların ardından kullanılan en son terminoloji olan sürdürülebilirlik üzerinden mimarlık ortamını sorgulama denemesi olarak görülebilir.

Sürdürülebilir Kalkınma Ya Da Kalkınmanın Sürdürülebilirliği

Sürdürülebilir kalkınmanın 1990’ların yeni kalkınma paradigması olduğu ve kavramın öne çıkmasını / popülerleşmesini sağlayan çabalarının başında Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) gelmekte olduğu bilinmektedir. 1980’lerde Doğa ve Doğal Kaynakların Korunması Uluslararası Birliği (IUCN) sürdürülebilir kalkınma yardımıyla canlı kaynakların korunmasını sağlamak hedefiyle Dünya Koruma Stratejisi’ni (WCS) sunduğunda terim gündeme taşınmıştır. Dünya Koruma Stratejisi, sürdürülebilir kalkınmayı toplumun temel hedefi haline getirerek kalkınma toplumunun çıkarlarıyla çevreci hareketi uzlaştırma yönünde önemli bir katkı yapmayı başarmıştır.(Lele, 1991) Ancak burada “sürdürülebilir kalkınma” kavramının bugün içinde bulunduğu konumun değerlendirmesini yapmadan önce, kalkınma düşüncesine kısaca göz atmak gerekmektedir. Escobar’a (Escobar, 1995) göre, sihirli bir formül gibi kullanılan “kalkınma” kavramı, “üçüncü dünya” ülkesi tanımını yaratmıştır. Kalkınma, Kuzey Amerika ve Avrupa gibi sanayi toplumlarının Asya, Afrika, Latin Amerika gibi ülkeler için modeller oluşturmaları anlamına gelmektedir.

Yazara göre, üçüncü dünya ülkelerinin “diğerlerine” yetişmeleri hatta onlar gibi olmalarını gerektiren bu yaklaşımda niyet çok açıkça görülmektedir: Yüksek düzeyde sanayileşme, kentleşme, tarımın teknik hale gelmesi, malzeme üretiminin ve yaşam standartlarının hızla artması, modern eğitim ve kültürel değerlerin uyarlanması gibi “ileri” toplumları niteleyen özelliklerin dünyanın geri kalanı tarafından yinelenmesidir. Yazar burada sermaye, bilim ve teknolojinin ana malzeme olduğuna dikkat çekmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında sömürgeciliğin yeni bir türü olarak da değerlendirilebilecek bu kavram, bugün sürdürülebilir kalkınma adı altında tekrar gündeme gelmektedir. “Sürdürülebilir kalkınma” sözcük anlamıyla ele alındığında kalkınmanın sürekli olmasını önermektedir. Bilindiği gibi sürdürülebilirlik öncelikle ormanlar ve balıkçılık gibi yenilenebilir kaynakların korunması bağlamında ortaya çıkmış, sonradan çevreci hareket tarafından geniş bir slogan olarak kullanılmıştır. Bu nedenle sürdürülebilirliğin taraftarlarının çoğu, bunu, insan yaşamını belirli bir refah düzeyinde tutmak için gerekli ekolojik koşulların varlığı anlamında değerlendirmiştir. (Lele, 1991) Kavram politik açıdan güçlü olmakla birlikte günümüzdeki biçimlenmesinin pek çok zayıf yönü bulunmaktadır.

Örneğin, Eurogold firmasının Bergama’da siyanürle altın aramasının olası çevresel etkileri nedeniyle gündeme gelen tartışmalar kapsamında, “Rio Zirvesi Sonuç Bildirgesi’ne göre çevre ve kalkınma beraber gider. Kalkınma için altın madeni çok önemlidir; bu maden çalıştırılmalıdır.” şeklinde bir kararın Bakanlar Kurulu tutanaklarına geçtiği Özkan (Özkan, 2004) tarafından saptanmıştır.

Escobar (Escobar, 1995), sürdürülebilir kalkınma tartışmasında vurgunun “yönetim” üzerinde olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca, yönetim kavramını da sorunların küresel olması gibi yakın geçmişte üretilmiş bir bakışa bağlamaktadır. Uygun yönetim stratejileriyle, büyüme ve kalkınma modellerinin sürdürülmesi düşüncesinin altını çizmektedir. Burada kuşkusuz akla gelen ilk som, dünya kaynaklarının “uygun” yönetiminin kimler tarafından yapılacağıdır. Yazar, burada, Batılı bilim insanının yöneticiye dönüştüğünü gözlemlemektedir. Bu bakış açısıyla da birbirine karşıt olan büyüme ve çevre kavramlarının uzlaştırıldığına tanık olmaktayız. Bir başka deyişle artık 1970’lerin “büyümenin sınırları (Escobar, burada Meadows’un 1974 tarihli kitabına gönderme yapmaktadır) “kavramının yerine “sınırların büyümesi” gündeme gelmiştir. Konunun ekonomist bakış açısıyla incelendiğini öne süren Escobar (Escobar, 1995), doğanın sürdürülebilirliğinin promosyonunu yaparken kültürün sürdürülebilirliğinin aşındırıldığını söylemektedir. Bu düşünce yapısıyla biyo-çeşitliliğin, flora ve faunanın bile kaynak olarak değil, ancak sermayenin rezervleri olarak değerli olduğunu belirtmektedir. Böylelikle bu bölgede yaşayanlar da toplumsal ve doğal sermayenin hizmetkârları olarak görülmektedir. Bu kaynakların sürdürülebilir yönetimi onların görevidir. Yazara göre işte bu bakış açısı sürdürülebilir kalkınma ve biyo-çeşitlilik tartışmalarının altında yatan asıl mantıktır.

İkiyüzlülük Ya Da Siyasi Uzlaşma Alanı

Sürdürülebilir kalkınmanın bugün, kâr amaçlı düşünen sanayiciden, geçimlik tarım yapan çiftçiye, eşitliği arayan sosyal işçiden, kirlilikle ilgilenen ya da vahşi yaşamı seven birinci dünya insanına, büyümeyi maksimize etmeye çalışan kural koyucudan, hedefe yönelmiş bürokrata ve oy sayan politikacıya kadar herkesi bir araya getirme potansiyeli taşıdığını gömlekteyiz. Oysa sürdürülebilirlikle ilgili herhangi bir tartışmada öncelikle şu somlar yanıtlanmalıdır: Ne sürdürülecektir? Kimin için? Ne kadar süreyle? Kavramın değeri, bu somlara (örneğin düşük düzeyde bir riskle insan neslinin geleceğini kurtarmakla, vahşi yaşamı kurtarmak; insan sağlığı ya da gıda, benzin, yem gibi mevcut geçimlik dertlerin tatmini gibi) temelde farklı yanıtlar veren gruplar arasında eylemsel bir uzlaşma yaratma yeteneğindedir. Ancak görüldüğü gibi seçimler çoğunlukla politik, örgütsel ve kişisel öncelikleri yansıtmaktadır. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınmanın taraftarları, sosyal değişim ve siyasi hareketi etkileyen bir ikilemle karşı karşıyadırlar. Bu, temel endişeler üzerine güçlü bir pozisyon alma dürtüsü ve geniş politik kabul ve destek alma ihtiyacı olarak tanımlanabilir. Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik gelişimin köklü ve kurala uygun niteliğiyle çelişmeyecek biçimde, nesnel bilimsel analizin kaçınılmaz sonucu, tarihsel bir ihtiyaç olarak sunulmaktadır.

(Lele, 1991) Oysa toplumlar ve alışkanlıklarının, paradoksları büyütmeye devam etmekte olduğu söylenebilir. Örneğin büyük miktarlarda enerji tüketen bulaşık makinelerinde yeşil deterjanlar kullanılmaktadır. Yeni bir büro binası tasarlayan bir şirket, bir yandan enerji kazançlı klima sistemini seçerken, diğer taraftan yapıda kullanılan insan sağlığına zararlı malzemelerin çevresel etkilerini göz ardı edebilmektedir. Bilindiği gibi bazen müşterilerin amacı yalnızca elektrik faturalarındaki azalma ve bakım masraflarındaki düşüştür. Bazen de çevreci bir imajın tanıtımı gibi daha az somut bir kâr beklenmektedir. Bunun da nedeni, Jones’a (Jones, 2002) göre imaj çağında çoğu zaman görünüşün gerçeklikten çok daha önemli olması ve insanların umursamaz tüketici yaşam tarzlarını sürdürürken vicdanlarını yatıştırmak istemesidir. Bugün toplumlarının her kesiminin “çevrecilik” kavramını kendi çıkarları doğrultusunda parçalarına ayırıp yeniden inşa etmekte olduğu açıkça görülmektedir. Burada uzlaşmadan öte ikiyüzlülüğün gündeme geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır.


Sürdürülebilirlik, Mimarlık Ve Mimarlar

Sürdürülebilirlik hakkında konuşmak benim için çocuk doğurmak gibi bir şey. Karşısında mıyım? Hayır. Ancak zamanımı buna harcamak ister miyim? Hayır. Beyzbol maçına gitmeyi tercih ederim. (Slessor, 2002, s.33)Yukarıdaki satırlar bugün mimarlık düşüncesi ve pratiğinin önemli isimlerinden olan Peter Eisenman’a aittir. Alıntıya bakılırsa Eisenman 20. ve 21. yüzyılın önemli tartışma eksenlerinden biri olan çevrecilik üzerine düşünce üretme-meyi tercih etmektedir. Öte yandan, 2005 yılında Uluslararası Mimarlar Birliği (ULA) tarafından düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi’nde bir konuşma yapan Eisenman, mimarın artık toplumsal sorumluluğunun ayırdına varması gerektiğini söylemektedir, ancak bunun yöntemlerini muğlak bırakmaktadır. Bugün içinde bulunduğumuz mimari pratik için Burgess (Burgess, 1997), çok az mimarın stilin ve anlık zihinsel meşguliyetlerin ötesiyle ilgilendiğini belirtmektedir.

Yazar 20. yüzyılın ardından dünyanın tüm düzeyleriyle kriz noktasına geldiğini eklemekte ve insanların amaç ve anlamı bulmakta zorlandıkları günümüzde yanlış yönlenme ve yabancılaşmanın kentlere egemen olduğunun altını çizmektedir. Benzer biçimde Simpson’a (Balamir, 1996) göre mimarlığın estetiği kendini sürdüren “haute couturd’ moda medyası fabrikasına dönüşmüştür. Mimarlıkta yaratıcılık, ego merkeziyetçi bireysel bir dışavurum haline gelmiştir ve mimarlığın estetiğinin bir ahlaki işlevsel temelini kurmak gerekmektedir. Böylesi bir ortamda duyarlı, etik ve sorumlu bir bakış açısına gereksinim duyulmaktadır. Geniş topluluklar tarafından paylaşılan bu düşünceler, kanımca “sürdürülebilirlik” kavramının mimarlık alanında son yıllarda popülerleşmesiyle sonuçlanmıştır.

Eisenman’ın aksine, çevreci bakışın mimarlık uygulama alanında oldukça kabul gördüğü saptaması yanlış olmayacaktır. Örneğin, bugün meslek pratiğinin önde gelen isimlerinden Meier, Piano, Foster’ın mimarlık parametreleri arasına çevreye daha az zarar verme anlayışı yer almaktadır. Dahası, mimarlık ortamını yansıtan günümüz dergilerini incelediğimizde neredeyse yeşil, sürdürülebilir ya da düşük enerjili olmayan bir yapı bulmanın mümkün olmadığı kolaylıkla göze çarpmaktadır. Gerek akademik çevrenin gerekse mimarlık uygulama alanının çevreci yaklaşımlara son yıllarda artan yoğun ilgisi, tartışılması gereken bir olguya işaret etmektedir.

Balamir’e (Maxman, 1993) göre meşruiyet, herhangi bir alanda kabul görmüş normlara uygun olma ve dolayısıyla da, kabul görme durumunu belirtmektedir. Meslek sosyolojisindeki tanıma göre meslekleşme, bilgi ve becerilerin ekonomik ödüllere dönüşmesi emeliyle, meslek erbabının toplu olarak giriştiği bir meşruiyet mücadelesidir. Yazara göre, modern mimar bir meşruiyet krizi içindedir ve mühendisin mimar için hep özenilen bir model oluşunda önemli bir etken de, modem toplumda mimarın kendine meşru bir zemin arayışıdır. Ayrıca, mimarlık mesleğinin sanat yerine bilim alanında meşruiyet arayışının, sanatın bilim karşısında itibarının düşük olduğu dönem ve ortamlarda yoğunlaştığı gözlenebilir. Konu bu kapsamda ele alındığında günümüzde yaygın olarak benimsenen çevreci yaklaşımların meslek alanımızda karşı karşıya kaldığı yaygın kabulün nedenleri açıkça göze çarpmaktadır.

24.jpg

Amerikan Mimarlar Birliği (AIA) eski başkanı Suzan Maxman (Maxman, 1993), meslek olarak bir zamanlar sahip olunan prestiji yeniden kazanmak için planlama, yapma ve koruma yöntemleriyle değişimin açık sözlü savunucusu olma fırsatını yakalamak gerektiğinin altını çizmektedir. Mimarlık üretimini yeniden meşru kılabileceği düşünülen ve tekrar nesnel-öl-çülebilir verilerle mesleği uygulayabilme imkânı veren bu duyarlı yaklaşımın bugün meslek ahlakı kapsamında ele alınması, krizden kurtuluş yollarından biri gibi gözükmektedir. Benzer bir biçimde Avrupa Mimarlık Konseyi (ACE) Genel Kurulu’nda Nisan 2002’de kabul edilen ve “Sürdürülebilir Mimarlık” çalışma kolu üyeleri Livia Tirone ve Owen Lewis tarafından hazırlanan raporda, mimarinin rolü tanımlanmaya çalışılmış, mimarlığı daha sürdürülebilir ve daha çevreye dönük yapmanın gerekli adımlarının bir sentezini oluşturmak amaçlanmıştır. Ancak bu belgede “Çok büyük değişikliklerin olmadığı senaryoda ısısal ve görsel konfor koşullarından iç hava kalitesine kadar talepkâr bir toplumun çağdaş ihtiyaçlarına cevap verirken binaların çevreyi rasyonel olarak kullanabilecekleri gösterilmelidir.”(Anonim, 2004) tanımı, çalışmaların içeriği ve temel hedefleri hakkında ipuçları vermektedir.

Kısaca, mimarların “sürdürülebilirlik” kavramıyla yoğun bir biçime ilgilenmelerinin nedeni, içinde bulunduğumuz kaotik, çok dinamikli ortamda geçmişte olduğu gibi tekrar yüce bir amaca hizmet etme gururunda aranabilir. Bir başka deyişle, mimarlar yeniden kentlerini, ülkelerini, toplumları ve hatta dünyayı kurtarma görevine soyunmuştur. Bu da uzun süredir bir meşruiyet zemini arayışına giren mimarlık mesleği için yeterince doyurucu bir alan haline gelmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında mimarların geçtiğimiz yıllarda hızla ekolojik prensipleri yapılarına uyarlamaya giriştikleri gözlenmektedir. Burada niyet, meslek alanının meşruiyeti ve sosyal sorumlu davranış modeline uymakken sonuç biçim modasının yerini, eko-mimariye bırakması olarak gelişmiştir. İlginç bir biçimde, tüketim toplumunun bir eleştirisi olarak gündeme gelmesi beklenen “sürdürülebilirlik” kavramı, bugün tüketim toplumunun en önemli sonucuyla yüzleşmektedir. Bu da hızla tüketilmektir. Öte yandan mimarların, çevreci yaklaşımları her sorunu çözebilecek sihirli bir üst kimlik olarak kullandıkları da söylenebilir. Öyle ki, “eko” ön ekini yapılarına tıpkı bir marka gibi eklemlendi-renler, kendilerine bir meşruiyet zemini yarattıklarını düşünmektedirler. Üstelik bu etiket bir kez yapıştırıldıktan sonra bir tabuya dönüşmekte ve yapının gerçekte neyi tükettiği / ürettiği sorgulanmamaktadır. Jarzombek’e (Jarzombek, 2003) göre savunucularını çevreyle ilgili politikaların hedefi olmaktan uzak tutabilmesi kavramın popülerlik kazanmasını hızlandırmıştır.

3.jpg

 


Sürdürülebilir Mimarlığın İkilemleri
Bugün yepyeni bir düşünce olarak ortaya koyulan sürdürülebilirlik yaklaşımının pek çok ikilemi barındırdığı artık açıkça görülmektedir. Örneğin, toplumsal sorumluluğu temel alan tartışmada, yapı yapmanın başlı başına antiekolojik bir eylem olması neredeyse göz ardı edilir. Schttich (Schttich, 1997) binaların inşasının asla ekolojik bir aktivite olamayacağını savunmakta; çevresel olarak sürdürülebilir bir yapının, olası etkiyi ancak minimuma indirebileceğini eklemektedir. Konuya mimarlık ürünü için gereken yapı malzemelerinin üretim enerjileri ve bu üretim sırasında kullanılan doğal kaynaklar, oluşturulan atıklar ve yaratılan çevre kirliliği açısından yaklaşıldığında ileri sürülen argümanların geçerliliği gözlemlenecektir. Çünkü, bir yapı ne kadar az zarar yaratırsa yaratsın, çevre üzerinde mutlaka bir etki bırakacaktır. Bu da mimarlıkta çevresel tartışmanın yalnızca kaynak tüketimine dayalı yapılamayacağını göstermektedir. Çevre bilinçli yaklaşımların bir yanda teknoloji merkezli, diğer yanda ise doğal olandan yana bir tavır olarak iki ayrı yönde geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak her iki yaklaşımın da eleştirilebilecek alanları tariflediği açıktır. Teknoloji ağırlıklı uygulamalarda, edilgen sistemlerle çözülemeyen konuların etkin sistemlerle karşılanmakta olduğu bilinmektedir. Bu alan bütünüyle yenilenemeyen kaynaklara dayandığı gibi, daha çok makine ve elektrik mühendisleriyle birlikte üretilmesi gereken çözümleri içermektedir ve pek çoğu mimariye tasarım aşamasından sonra da uyarlanabilmektedir.Buna en uygun örnek bütünüyle bina otomasyon sistemlerine indirgenmiş olan akıllı binalardır. Öte yandan, yüksek / ileri teknoloji daha fazla enerji ve daha çok kirlilik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, yüksek teknolojiden, ara teknoloji, oradan da uygun teknoloji ve hatta çevre dostu teknoloji üretilmeden konunun bu boyutu çevreci yaklaşımların dışında kalmaktadır. Burada en önemli eleştiri, teknolojinin mimarlık aracılığıyla kapalı sistemler oluşturup insanı çevresinden soyutladığı ve bu mekânları iklimlendirmek için aktif sistemlerle (örneğin PV’ler) üretilen enerjileri kullandığıdır.Teknolojinin etkisindeki alanı dışarıda bırakırsak, geriye yerellik teması kalmaktadır. Böylelikle bu bakış açısıyla biçimlenen “bugünün” ekolojik / sürdürülebilir tasarım ilkelerinin çok da yeni olmadıkları saptamasını yapabiliriz. Oktay’a (Oktay, 2002) göre sürdürülebilirlik, kavramsal olarak yeni sayılsa da bir dünya görüşü olarak yeni değildir. Yerel verilerin, özellikle iklimsel özelliklerin tasarımda kullanılması antik dönemlerden beri yapıyla uğraşanların akılcı yaklaşımlarının bir parçası olmuştur. Akcan’ın (Akcan, 1996) da belirttiği gibi, yerellik temasını bugünün dünyasında “ekolojik mimarlık” ile desteklemek “meşru” görünmektedir. Öte yandan, yazar, modernite sonrasında yaşanan yerel ve evrensel arasındaki gerilimi bilgi ayrımıyla ele almaktadır. Akcan’a göre bu dönemde, eğer bir deneyim yere ya da kişiye özelse, diğer bir anlayışla diğerlerinden farklı ve otantikse evrensel olarak “doğru” olamaz; ancak eğer bilimsel olarak “doğruluğu” kanıtlanmışsa, artık yere ya da kişiye özel değildir inanışı mimarlığı da etkisi altına almıştır.Burada ekolojik mimarlığın çoğunlukla geleneksel mimarinin topografya ve iklim karşısında aldığı tavrı bilimsel, dolayısıyla evrensel kılan bir yaklaşım olarak karşımıza çıktığından söz edebiliriz. Bu çerçevede, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere çevreci pratikler açısından bakışının arka planında bu yaklaşımın yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin, Slessor’a (Slessor, 2002) göre sürdürülebilirliğin temelleri geçmiştedir. Halta ekolojik prensipler üçüncü dünya ülkelerinin kırsal kesimlerinde hâlâ görülebilir ve bu bölgelerden dersler çıkarabilir. Yazara göre, bu kültürler insanlığın gezegenimizle ilişkisini yeniden düşünmesini sağlamalıdır. Bu noktada sorulması gereken soru çevre tartışmalarında yerellik temasının doyurucu bir kanal tarif edip etmediğidir.

Sonuç

Kuşkusuz içinde bulunduğumuz yüzyılda enerji ve doğal kaynakların tükenmekte olduğu gerçeği, fosil yakıtlarının fazlaca kullanımının açığa çıkardığı karbondioksit oranı ve buna bağımlı olarak gezegenimizin yaşadığı iklimsel değişimler, toplumları her sektörde üretim ve tüketim biçimlerini tekrar gözden geçirmeye yöneltmiştir. Doğal olarak bu değerlendirmeden mimarlık da payını almıştır. Çevreye duyarlı bir yapılı çevre ortaya koyma ve bunun kuramsal altyapısını oluşturma çabasına yaslanan ve neredeyse kırk yıldır meslek alanını biçimlendiren bu tartışma, kuşkusuz insanoğlunun çevresiyle, doğayla ilişkisini düzenlemek ve yakın gelecekte öngörülen ekolojik felaketler adına önemli bir adımdır. Ancak bilindiği gibi her şeye rağmen toplumlar ekonomik büyüme yaklaşımını, üretim ve tüketim anlayışlarını değiştirmemektedir. Üstelik artık çevre dostu ürün ve teknolojiler birer tüketim aracına dönüşmüştür; çevreci kavramlar başlı başına birer reklam aracı olarak kullanılmaktadır. Bir başka deyişle, tüketim toplumu yerini sürdürülebilir tüketim toplumuna bırakmaktadır. Oysa endüstriyel süreçler değişmedikçe ürünlerin farklılaşmasının sürdürülebilirliğe çok fazla etkisi olmadığı uzmanlar tarafından sıklıkla belirtilmektedir.

Öte yandan, pek çok araştırma, dünyadaki yüz yirmi iki çokuluslu şirketin tüm karbondioksit salınımının % 80’inden; petrol üreten dört büyük şirketin ise, bunun % 10’undan sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu gerçekler konuyu salt yapılı çevre odağında tartışmayı olanaksız kılmaktadır.

Bu yazıyla ortaya koyulmak istenen düşünce, toplumun her kesimin onaylayabileceği bu tanımıyla “sürdürülebilirlik” kavramının yepyeni bir parametre olarak tüm mevcut uygulamaları alt üst edebileceği yaklaşımının dayanaksızlığıdır. Sorulmak istenen som ise, bütünüyle “kalkınma” kavramına dayalı sürdürülebilirlik söyleminin hegemonik siyaset, kapitalist mekân ve tüketim toplumu koşulları altında daha ne kadar süreyle sürdürülebilir olduğudur. Altının çizilmesi gereken meşruiyet, toplumsal sorumluluk konusu olarak kavranan yaklaşımın siyasi / mesleki bir ikiyüzlülüğe yol açtığı gerçeğidir. Bu çerçeveden bakıldığında eskimiş kavrayışları, yeni söylemler olarak sunmak, sürdürülebilirlik söyleminin yarattığı dokunulmazlık etiketinin ardına sığınmak yerine sürdürülebilirlik düşüncesinde mimarlığın yeri üzerine alternatif yaklaşımların gereği açıkça göze çarpmaktadır.

Kanımca tartışılması gereken, binaların ne kadar daha az enerjiyle üretileceği ya da kullanılacağı değil, yapı üretimi alanının meşruiyeti ya da bizim onu bugünkü pratikler içindeki algılayışımızdır. Çünkü çevre konularında “gerçek anlamda” bir değişim yapılmak isteniyorsa, bu ancak toplumların sürdürülemez alışkanlıklarının dönüşümüne bağlıdır. Bu tutum yapıların ve kentlerin kullanıcıları olan insanı da içine alan geniş bir perspektifi zorunlu kılmaktadır. Ancak, belki de en önemlisi şu somların yanıtını vermektir: İçinde bulunduğumuz yüzyılın toplumsal gerçekleri bağlamında “gerçek” bir duyarlılık aramak gereksiz bir uğrası mıdır? Ya da “gerçek” diye bir şey hâlâ var mı?

KAYNAKLAR

• Adler, C.A. 1975, Ecological Fantasies-Dealh From Falling VVatermelons, Green Eagle Press, New York.
• Akçan, E. 1996, “Mimarlığımızda Kimlik-Yer İlişkisi ve İçerik Sorunu”, Türkiye Mimarlığı Sempozyumu II: Kimlik, Meşruiyet, Etik, Mimarlar Odası Yayınları, 7-9 Ekim 1993, Ankara, ss.113-118.
• Anonim, 2004, http://www.aoe-cae.org/Public/fsPublicNetwork_EN.html (Ziyaret tarihi: 09.11.2004)
• Balamir, A.K. 1996, “Mimarın Meşruiyet, Etik, Kimlik Sorunları ve Mimarlığın Disipliner Buhranı”, Türkiye Mimarlığı Sempozyumu II: Kimlik, Meşruiyet, Etik, Mimarlar Odası Yayınları, 7-9 Ekim 1993, Ankara, ss.24-30.
• Bookchin, M. 1996, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları, istanbul.
• Burgess, G. 1997, “Towards an Ecology of Culturc”, A + U: Architecture and Urbanism, no: 320(5), ss.102-111.
• Escobar, A. 1995. Encountering Development, The Making and Unmaking of the Third World, Princeton University Press, Princeton, New Jersey.
• Jarzombek, M. 2003, “Sürdürülebilir Mimarlık: Donuk Sistemlerle Habis Sorunlar Arasında”, Arredamento Mimarlık, no: 100+56, İstanbul ss.38-39.
• Jones, P.B. 2002, “Exhibition Eco”, Architectural Review, no: 211(1259), ss.46-49.
• Lele, S.M. 1991, “Sustainable Development: A Critical Review”, World Development, no: 19 (6), Creat Britain, ss.607-621.
• Madge, P. 1993, “Design, Ecology, Technology: A Historiographical Review”, Journal of Design History, no: 6 (3), ss.149-166.
• Madge, P. 1997, “Ecological Design: A New Critique”, Design Issues, no: 13, sss.44-54.
• Maxman, S. 1993, “Toward a New Urban Vision”, Architecture, no: 82 (1), ss.37-39.
• Oktay, D. 2002, “Kuzey Kıbrıs’ta Yöresel Mimarinin Geleneklerinden Çağdaş ve Duyarlı Çevrelere-Sürdürülebilirlik Bağlamında Planlama ve Tasarım”, mimar.ist, no: 6, İstanbul, ss.67-71.
• Özkan, N. 2004, “Bergama Köylüleri Mücadelesi ve Türkiye’de Kadın Hareketi”, Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Seminerleri 1, deri. N.Kaçar, P.Aşan, A.Erkutlu, Y.Aksakoğlu, http://stk.bilgi.edu.tr/savunuculukseminer.asp (Ziyaret tarihi: 11.12.2005)
• Schttich, C. 1997, “Thoughts On Ecological Building”, A + U: Architecture and Urbanism, no: 320 (5), s. 19.
• Simpson, R. 1997, “The Logic of Ecology in Architecture”, A + U: Architecture and Urbanism, no: 320 (5), ss.124-131.
• Slessor, C. 2002, “The Quest for Ecological Propriety”, Architectural Review, no: 211 (1259), ss.32-33.

Yazan: YTÜ Araş. Gör. Doktor Ayşen Ciravoğlu
* Bu yazı, Mimarlık Dergisi 340., mart nisan 2008 sayısından alınmıştır.

6 Yorum
  1. Sayın Ciravoğlu bu kapsamlı değerlendirmesi sahiden önemli bir konuyu gündemimize taşıyor. Bu konuda ülkemizde bazı kıpırdanışlar var doğrusu. Sürdürülebilir mimari için kanımca daha fazla sorgulamaya ihtiyaç var ve mimarlık ortamı yavaş yavaş bu konuya girmeli.

    Sayın Ciravoğlu dostumuz sürdürülebilir mimari konusunda bazı ikilemleri ele alırken düşülen ikilemlere ‘yanaşmış’ ve girilen “uzlaşmaları ya da iki yüzlülükleri” nedensellikleri ile yazısına aktarmış. Bir yerde “hedefe yönelmiş bürokrata ve oy sayan politikacıya kadar herkesi bir araya getirme potansiyeli taşıdığını gömlekteyiz. Oysa sürdürülebilirlikle ilgili herhangi bir tartışmada öncelikle şu somlar yanıtlanmalıdır: Ne sürdürülecektir ? Kimin için? Ne kadar süreyle?” diyerek durumu eleştirmiştir. Devamla “Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik gelişimin köklü ve kurala uygun niteliğiyle çelişmeyecek biçimde, nesnel bilimsel analizin kaçınılmaz sonucu, tarihsel bir ihtiyaç olarak sunulmaktadır.” demek suretiyle sürüdrebilirliğin yine mevcut ekonomik sistemin verili kuralları içinde hareket ettiğini hususuna vurgu yapmış. Ancak burada galiba eklenmesi gereken, gerçekten de sorun sadece inşa eden, inşa etmeyi tasarlayan mimarın yahut mimarlığın “ikiyüzlülüğü” olarak herhalde algılanamaz. Sayın Ciravoğlu’nun eleştirisi bilim kurumlarına kadar genişletilebilir en azından.

    Bu konuda Sayın Semih Eryıldız’ın mimdap ta şu anda yayınlanan bir söyleşisi var. Ama bu konunun üzerinde uzun zamandan beri çalışmalar yürüten sayın Eryıldız’ın “Çevrenin neler yapabileceğini anladınız mı? ” başlıklı 1 Mart 2007 de yine mimdap ta yaınlanan yazısndan bir küçük alıntı yapmak isterim:
    “Kentlerin ve yapıların enerji, su ve besin üretmesi küresel ısınmanın, kirlenmenin, çölleşmenin onda dokuzunu çözer. Ekolojik Planlama ve mimarlık felakete doludizgin gidişi durdurmakla kalmaz tam tersine yerküreyi şimdiye kadar olmamış biçimde bir mutluluk adasına çevirebilir.

    Binaların güneşle ısınması, soğuması, aydınlanması, suyunu kendi içinde sağlaması katı ve sıvı atık vermeyerek çevreyi kirletmemesi; üstelik böylece inanılmaz paralar kazanmasının, önünde hiçbir teknik ve verim sorunu kalmayalı çok oldu. Böylece sadece kirlenme ve ısınmaya son vermek değil milyarlarca dolar kazanç elde emek için İskandinav ülkeleri, Japonya ve Almanya ile ve Bush’u aşabilen nece ABD firması çoktan kolları sıvadı.” S. Eryıldız/1 Mart 2007 https://www.mimdap.org/w/?p=357

    Ekoloji üzerine ve sürüdürülebilirlik üzerine yaklaşımlara daha sık rastlamak belki de bundan sonraki ana tartışma konularının belirginleşmesi açısından önemli görünüyor. Ayşen Ciravoğlu’na bu açıdan teşekkür etmek gerekir.

    Saygılarımla

    Hasan Kıvırcık | 1 Nisan 2008

  2. Sürdürülebilirliğin kardeşi SÜRDÜRÜLEMEZLİK. Tam küresel bir kavram. Tanımda bir anda sürüdürlebilirlikten sürdürülmezliğe yani olumsuzluğa dönebilir. Bu çağ aslında daha önceki sosyal güvenlikli, toplum haklarını belli düzeyde tanıyan hukuk devletinden, fırastları mümkün mertebe eşit sunan sosyal devlet anlayışından çok başka bir noktada durduğumuzun resmi. Bu resmi iyi okumak elbette gerekiyor.
    İkilemler her çağda bütün kurumlara ve kişilere açılır ve biri tercih ettirilir. Fakat şimdiki küresel düzende daha çok KAOS ve zihin karışıklığından söz edebiliriz.

    Mimarlar ve plancılar sanayi toplumunun dünyayı ne hale getiridiğinin farkında. Şimdi ekolojik dengeyi savunmaya, enerji kullanımını kısmaya çalışıyorlar. Bence bu durum sıfır zarar manasını taşımıyor elbette ve bunun için gidilecek çok yol var. Ancak bu yolda ilerlemek hiç de ikiyüzlülük değil. Ütopik olarak “bina yapmaya karşı” mimarlar, et yemeyen vejeteryanlar, muayene yapmayan doktorlar gibi örnekler olabilir vebunun verdiği mesajı kısmen anlayabiliriz. Ama bütün hayatın böyle yönlenmesi anlamına gelmez bu bireysel çıkışlar. Doğayı kaorumaya çalışan, ekolojiye önem veren yaklaşımlar etik olarak ii yüzlüllük iması değil övgü almalı teşvik edilmelidir.

    Saygılar

    reşit otyam | 2 Nisan 2008

  3. Türkiyenin gerçekleri sayın yazarın üniversitesinde gördüklerinden çok farklı. Son zamanlarda bu sütunlarda TOKİ ile ilgili görüşler okuyorum. Aynı sütunlarda TOKİ evlerinden almak isteyen halkımızın bıraktığı mesajlar da var ve bunlar iki ayrı buluşması mümkün olmayan dünya oluşturuyor. Bu kopukluk sadece bürokratik çemberler içinde hapsedilmiş (sanıyorum gardiyanlardan birisi de gardiyan olma konusunda nam salmış oda yöneticilerinden olan sayın yazar) ülkemiz gibi ülkelerin dışında pek geçerli değil. Dolaysıyla da yurt dışından kullandığı referanslar çok genel, çok soyut hayatla buluşmayan bir söylem olarak kalmış. Bu söylem doğru değil ayrıca halkımız da hiçbir şekilde ilgilenmiyor. Toplum denildiği zaman, kamu denildiği zaman halkımız devlet anlıyor ve kendisine karşı bir tehdit yada bir fırsatını bulup bir yerinden sağılacak bir inek olarak görüyor.
    Halkımızla aydınlarımız arasında ki uçurum hacıvat ile karagözden bu yana sürekli artmakta derinleşmekte. Sayın yazarı akademik referans olarak kullanacağı ve ünvan alacağı yazısından dolayı kutlar ama biraz da Türkiye’ye, yeryüzüne geri dönmeye davet ederim.

    Musa Ersöz | 12 Nisan 2008

  4. Dosyanın hazırlayanı-yazanı sayın Ciravoğlu belki bizi ekolji konusunda düşünmeye çalğırıyor. Belki bu arada ekoloji söyleminin içinde boşluklar taşıdığı konusnda uyarıyor. Ancak bir yandan da mimarların ve tasarımcıların bazı tutarsızlıkları olabileceği yolunda endişeleri var galiba. Ama bunu “ikiyüzlülük” tanımlamasıyla ve başlığıyla yapmış olması hem sevimli olmamış hem de gerçekle alakalı olmamış.
    Mimarlık sayın Ciracoğlu okulda öğretilen birşey değil yalnızca, öyle olmuş olsaydı bile sizi temin ederim ki “herşeyi” yine de öğretemezdiniz. Ayrıca sizin profesyonel alnınıza da girelim ve sorgulayalım aynı soruyu, ayrıca o “herşeyi” öğretmek gibi bir niyet var mı sahiden. “Herşeyin” bir bölümü ama biliyoruz ki hayatta öğreniliyor, projeyle öğreniliyor. Mantıken bu yolu kapatıp, “kirli” diye sunarsanız ortada sofistike konuşmalar, beyhude eleştiriler, ahlakçı doğmalar kalır. Ve bazen bu doğmaların halkın yanında, doğanın yanında, bilimin yanında ve düşmanlara karşı olduğunu kaçınılmaz olarak ezberleriz ve “ikiyüzlülerle” aramızda aşılmaz mesafeler icad ederiz. Artık sorgulamanın, gerçek arayıcılığının, yenilikçiliğin, modernliği yeniden kurgulama çabasının öldüğü bir döneme mi girdik; sayın Ciravoğlu? Her zaman bir umut vardır ve doğayı da kenti de yeniden yorumlayanlar bulunacak, bunların bir bölümü “bize göre” farklı olacaklardır. “Bize göre” bazen sisin söylediğiniz gibi “iki yüzlü” olacaklardır ama pratik bir zeka, kendi pırıltılarını yitirmemiş sorgulayıcı akıl bu denli düz mantık silsilelerini farkedip, doğmalar zincirine ait olmak üzere de birkaç laf eder.
    Bu kıymetli yazınızın bu tarafı malesef eksik bana göre.

    Ama kimbilir, siz de birgün bu pencereden bakınca daha farklı şeyler görüp bu yazınızı geliştirebilirsiniz.

    Saygılarımla.

    sermet erdem | 12 Nisan 2008

  5. Aysen,

    Yazindan dolayi kutlarim seni.

    Dunya icin bu derece onemli bir konuya egildigin ve Turkiye’deki vurdum duymazliga dikkat cektigin icin.

    Avrupada artik binalarin cogu ekolojik ilkelere gore insa ediliyor. Orada bu konu sivil toplum kuruluslarinin cabasindan ileri giderek kanunlasti ve zorunlu hala geldi. Hele Kuzey Avrupa ulkelerinde bu oran neredeyse binalarin tamamini kapsayacak hale geldi. Amerika her ne kadar Kyoto Protokolunu imzalamamis olsa bile 1990’ larda sonraki atagiyla Avrupayi yakalamis durumda. Simdilik sadece gonullu bir organizasyon tarafindan sertifikalandirilan binalar icin basvurular her gecen gun artmakta. Yani toplumda bu konuda buyuk bir heyecan ve bilinc var. Surdurulebilirlik ilkeleri her gecen gun daha faza kanunlasmakta . Her ne kadar konunun local ihtiyaclardan enerji tasarrufu yapmaktan gectigi soylense de aslinda evrensel ve amaci dunyayi kurtarmak.

    Evet toplumsal olarak kurtarmaya calistigimiz dunyayi fiziksel olarak kaybedebiliriz.

    Dunya bizsiz de yasar sadece bir kac bakteriyle beraber. Ama biz olmayiz

    Global isinma her gecen gun artmakta. Fosil yakitlarin tuketerek atmosfere verdigimiz CO2 bu isinmayi gun gectikce siddetlendirmekte. Bunu sadece insanoglu yapmakta.

    Tuketilen enerjinin yariya yakini binalar tarafindan tuketiliyor. Ve biz Karbon zero binalar tasarlamaya dogru dunyayi yonlendirisek atmosferdeki zararli gazlarin global isinmayi olusturmasini durdurmaya katkimiz buyuk olacak .Yoksa cok yakinda insanoglu yokolacak.

    Bu anlamda mimarlara tasarladiklari binalarda ekolojiyi dusunmeleri konusunda buyuk gorevler dusuyor. Bu bizim icin lux degil. Ilk yatirimi belki %30 artan ekolojik bina size kazandirdigi enerji tasarrufu ile bunu bir kac yilda geri veriyor. Daha sonra da siz cebinizden cikacak enerji parasinin yarisini odemeye basliyorsunuz. Hatta hic odememeye.

    Simdi bunun neresi toplumsal degil ?

    Cok genel anlamda catiniza gunes kollektorleri ya da ruzgar tribunleri eklediginizi dusunun ve garajinizda butun enerjiyi topladiginizi ve evinizi isittiginizi, sicak su elde ettiginizi, arabanizi bu enerjiden sarj ettiginizi ve cevreye sifir zararlari gaz yayarak ve hic enerji ve yakit parasi odemeyerek yasadiginizi. Bunun ben tam da bizim ulkeye uygun oldugunu dusunuyorum.

    Su an AIA deki sergide Cin’de yeni kurulan sehirlerin CO2 emisyonu nu azaltmak icin , nasil bir caba icinde oldugunu gozler onune seriyor.

    AIA New York’taki yeni binasi da tamamen Jeotermal enerjiyle isinip sogutuluyor ve sicak su elde ediliyor.

    Hindistan butun binalarini surdurulebilirlik ilkelerine gore tasarlamak icin organizasyonu olusturmus ve LEED (Leadership in Energy and Environmental Design) sertifakisi ile ekolojik uretimi tesvik etmis durumda.

    Konu sadece binalar degil hayatinin her alanini kapsiyor, giydigimiz giysiden yedigimiz yiyecege, kullandigimiz aractan satin alma bicimimize kadar.

    Bu konu evrensel ve bizim de Turkiye’de yasayan mimarlar olarak uzerime duzen gorevlerimiz var. Basta da universitelerin ve Mimarlar Odasinin.

    Hakan Dolgen | 12 Nisan 2008

  6. Hakancığım, sen hayatın içinden açılımlar vermişsin. Biz henüz gerçeklerle yaşama aşamasına geçemedik. Geceyarısı, gündüzgözü, her saatte her türlü yalanlarla yaşamaya çalışıyoruz. Selamlar

    Yılmaz Kuyumcu | 12 Nisan 2008


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org